lleana Stauss Slytherin V. Sınıf
Mesaj Sayısı : 30 Kayıt tarihi : 24/05/12
| Konu: lleana Stauss. Perş. Mayıs 24, 2012 4:21 pm | |
| - lleana Stauss. - Neredeyse yürürken bile parmak uçlarında olabilecek kadar asil. Her daim zarif. İlginizi kolayca çekebilecek kibarlıkta. Zarifliğine karşın çetin ceviz. Soğukkanlı. Her işin üstesinden gelebilecek potansiyelde. Kendini fazlasıyla beğenmiş. Tek çocuk olmanın getirisi olarak, söylediği şeyin asla ikiletilmemesini bekler, şımarık. Karanlık Sanatlara düşkün. Bu konu üzerine sık sık kitap okur. Uçarı tavırlar sergileyen insanlardan nefret eder. Ağırbaşlıdır. Zekidir. Buna birde hırsı eklenince çoğu derste hayli başarılı olduğu söylenebilir. Akılcıdır. Duygularıyla hareket ettiği, çoğunlukla gözlemlenemez. - Yetimhanede büyümüş. Ailesi hakkında hiçbir şey bilmese de, durum ne olursa olsun, sevgilerinden yoksun büyüdüğü için nefret ediyor onlardan.
- Spoiler:
“O farklı Mae. O’nunla yakından ilgilenmeni istiyorum. Yanında olmanı istiyorum. Dinlemeni. Öğrenmeni. Çözüm bulmanı. Yada mutlu olmasını sağlamanı.” “Çocukları arasında ayrımcılık yapan sıradan bir anneden farksızsın. Aslında… Sürtüğün tekisin. Bunu hepimiz biliyoruz.”
Tamda hayalindeki konuşma. Sonrası mı? Sonrası belki de Zeus için bile büyük muamma. Ceza? Dışlanma? Acı? Büyük ihtimalle hepsi. Bunları düşündükçe titriyordu cılız bedeni. Yüksek oranda öfkeden. Az, çok azcık kısmı ise soğuk ve korku. Yüzünü bir jilet misali tıraşlarcasına esen rüzgar yakıyordu gözlerini. Yoğun bir buğu net olarak görmesine engel oluyordu. Ateş; erkeğini cezp etmek isteyen bir kadın misali oynaşırken yakıcılığını kaybediyordu her saniye. Isıtıcılığından geriye sadece grileşmiş duman kalıyordu. Ne büyük ironi! Kızarmaya yüz tutan parmaklarını beyaz dudaklarına yaklaştırdı. Amaçsız, sıcak bir nefes üfledi. Isınmayı bekledi. Isınacağını sanmıştı. Yazık. Parmaklarının hissetme yetisini kaybedecek kadar üşüdüğünü anlayamadı. Ellerini sanki saniyeler sonra karnının ortasında büyük bir acı duymayı bekliyor gibi montunun üzerine bastırdı. Burnu ıslak toprak kokusuyla doluyordu. Gözlerini yumdu. Ele geçirilmişliğe izin verdi. Doğa; tüm benliğini sarmıştı sanki. Hissediyordu. En derinde. İliklerinde. Korkmuyor olmasına şaşırdı. Karanlıktı. Sessizdi. Geceydi. Geceden hep korkmuştu. Korkmaması gerekiyordu. Biliyordu. Ama korkmuştu. O aslında her şeyden korkardı. Siz yalnızca bunu bilmezdiniz. Rol yapardı. İyi oyuncuydu. Göz kapaklarını aralamadan ayağa kalktı. Yaptığı tek eylemle havalandırdığı toprak cılız ateşi iyice söndürmüş, ayakkabıları daha çok kirlenmiş, sararmış, nefessizce yerde duran yaprakları kıpırdatmıştı. Aralamasına rağmen göz kapakları kısık, sonsuzmuşçasına önünde, etrafında uzanan karanlığı taradı. Hiçbir şey görebilmeyi beklemiyordu. Hiçbir şey göremedi. Arkasını ormana döndü. Tekrar karşılaştığı manzaranın rüzgar sayesinde acı çekiyormuşçasına kıvranan ağaçlar, sonsuz karanlık olması, ah, ne beklenmedik şeydi ama! Son günlerde tek görebildiği topraktı. Toprak. Ağaç. Göl. Hepsi sonbaharın kışa dönüşüyor olmasından nasiplerini almıştı sanki. Buradan gitmek için her şeyini verebileceği bir dönemden geçiyordu. Melankolinin cazibesine sık kapılırdı. Umursamadı. Yürümeye başladı. İki adım sonra montunun yakasını kaldırdı. Beş adım sonra ellerini ceplerine tıkıştırdı. On-onbeş adım sonra, kulübelere iyice yaklaştığında daha fazla üşüdüğünü hissetti. Yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Bir daha böyle bir havada dışarı çıktığında atkı ve eldiven takması gerektiğini tembihledi kendi kendine. Çok sık kendi kendine bir şeyler yaşar, yararlı sonuçlar elde ederdi. Ve hiçbir zaman bulduğu doğruyu uygulamazdı. Yanlışlarından ders almayan bir çocuk. Kötü. Çok kötü.
Kulübelere yaklaştıkça kulaklarının alıştığı sessizlik yerini kuru bir gürültüye bırakıyordu. Kız ve oğlanların belirsiz oynaşmaları, neşesiz kahkahalar ve daha bir sürü ses. Duyduğunuz aynı şeylerden çıkarttığınız anlamlar farklıydı. İlişkilendirilemez. En az ortadan ikiye ayrılmış bir halat misali kopuk. Dolgun, kurumuş dudaklarını büzüştürdü. İçeriye girdiğinde ne yapacağını tartıyordu zihninde. Kime ne yapacağını. Kime sataşacağını. En öfkeli halini takınıp aslında ona kızıyormuş gibi davranırken kiminle dertleşeceğini. Sorduğu soruların cevabını en başından beri biliyordu. Oklar tek bir kişiyi gösteriyordu. Düşüncesine gülümsedi. Keyifsiz, içten olmayan bir gülümseme. O’nu hedef olarak görebilecek miydi gerçekten? Belki. Patlaması gereken biri olmasa, kesinlikle hayır. Aşina olduğu kulübenin kapısına birkaç adım kala duraksadı. Montundaki, poposundaki toprakları silkeledi. Dağılmış, yüzünün etrafını düz, siyah bir perde misali çevreleyen saçlarını düzeltmedi. Kendini hiçbir şekilde, hiç kimseye beğendirme ihtiyacı duymuyordu. Kapıyla arasındaki mesafeyi kapattı. Dokundu. Ahşap. Sert. Ve bir o kadarda yumuşak aslında. Çevirdi. Tereddüt etmeksizin kendine doğru çekti. Aralanan kapıdan süzen sıcaklık gecenin çocuklarından beklenmeyen cinstendi. Bu gece ortama sıcak bir hava hakim, diye geçirdi içinden. Aman ne güzel. Kendisine bu sıcak ortamda yer yoktu. Kendi kendini dışlıyordu. Alaycı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Kendisine çevrilen gözlerini umursamadan içeri girdi. Kapıyı arkasından örterken mırıldanmaya başladığı şarkının bir dizesi şu şekilde anımsanıyordu:
This deadly burst of snow is burning my hands, I'm frozen to the bones, I am A million mile from home, I'm walking away I can't remind your eyes, your face.
Kulübenin ortasında dikilip, hiç kimseyi tekrar umursamadan görmek istediği kişiyi bulabilmek için çabaladı. Şarkısına hala devam ediyordu. Sesi çirkindi. Neyse ki gürültüden pek duyulmuyordu. Duyanlar ise gülüp geçiyorlardı sadece. Bir çoğu buna alışkındı. Mae Majori, 5 yaşındaki bir çocuktan farksızdı onlara göre. Onun hareketlerine, tavırlarına şaşırmıyorlardı artık. Kabullenilmiş olmak dışlanmış olmaktan kötüydü kız için. Onun için bir çok şey kötüydü. Sizinle hiçbir şey paylaşmazdı. Bunu da bilemezdiniz. Bakışları amacına ulaştığında belirsiz bir pırıltı ışıldadı gözlerinde. Montunu çıkarttı. Boş koltuklardan birinin üzerine attı. Dağınık bir oğlandan farksız olabiliyordu. Bazen. Üzerinde dizlerine kadar inen bol bir kazak, ince bacaklarına yapışan siyah taytla kalmıştı. Onun ne giydiği kimin umurunda. Neredeyse omuzlarına kadar inen, her zaman etkilendiği saçların sahibine yaklaştı. Bunu ona daha önce hiç söylememişti. Söylese ne kay- “Saçlarını çok seviyorum.” Şöminenin hemen önünde toplanan grubun bakışlarını üzerine çekmişti söylediği şeyle. Bir tek o bakmamıştı. Mae’nin yine saçma sapan, dengesiz bir tavır sergileyip kendisini arkadaşlarına rezil edeceğini düşündüğü için bakmadığını tahmin etti kız. Umursamadığını geçirdi içinden. Bu sefer yanılıyordu. Kendine dönen bakışlara kulübenin uzak bir köşesini işaret ederek karşılık verdi. Saniyeler sonra gençlerin çil yavrusu gibi onlardan uzak bir yere yönelmesine şükretti. Kimseyle uğraşmak istemiyordu. Görünen o ki, kimsede onunla uğraşmak istemiyordu. Bu sefer bakışlarını kazanabileceğini umarak tam karşısına oturdu. Şöminenin ateşi kendisini sararken ateşin çıkarttığı ses ciddi anlamda huzur vericiydi, normal bir melez için. Sakinleşmedi. “Her zaman yanındaydım. Her şeyde. Düşünebiliyor musun? Lanet olasıca diye nitelendirdiğin yada sevinçten havalara uçtuğun her şeyde.” Bakışlarını genç adamdan alıp şömineye çevirdi. Ses tonu duygularından yoksun, tamamen arındırılmıştı. Sorun şu ki, şu an ne hissettiğini oda bilemiyordu.
Vücudu oturduğu koltuğun yumuşak, sıcak kumaşı ile kucaklanırken dizlerini karnına çekti. Kollarını dizlerinin etrafına doladı aceleyle. Karşısındaki gençten ziyade duyu organlarının odaklandığı tek şey ortamdaki gürültüydü. Zihninde hiçbir anlam kazanmayan sesler duyumsuyordu. Gevşediğini hissetti. Sakinleşmemişti. Fakat gevşemişti. Evinde olmak gibiydi. Hoşlansa da hoşlanmasa da sevse de sevmese de evinde hissettiği tek yerdeydi. Betimlemeden ve süslü sözcüklerden uzak, anlatabileceği tek kısım aitlik arzusuydu. Sonrası? Sonrası, aptal ergenlik problemlerinden farksız. Tüm kulübeyi tarayıp genç adama odaklanan bakışları çocuksu ve saftı. Saf; iyiliğin, temizliğin, arınmışlığın timsali değildi kızın gözlerindeyken. Onun vücudunda, onun sözcüklerinde, hislerinde tüm nitelikler kendi anlamlarından uzaklaşıyordu adeta. Çoğu kişiye göre olabilir ama sözcüklere yeni anlamlar kazandırıyor olmak artı puan değildi Mae için. Yerleşik, alışılagelmiş anlamlardan ibaret olmayı düşlemek çocukçaydı. Biliyordu. Buna rağmen düşlüyordu. Kalbinde bir çocuk olduğu için kimsenin onu yargılayamayacağını düşünerek sevindi. Ne aptalca ama. Gece rengi kirpiklerini kırpıştırdı ardından. Neler düşünüyordu böyle? Son dönemlerde ruhunu saran karmaşa iyice yıpratıyordu duygularını, düşüncelerini ve daha bir çok tutunmasını sağlayan etmeni. Derince bir iç çekişle yüzünü hemen yakınındaki dizlerine gömdü. Düşündü. Düşünmeye çalıştı. Zihninde aralıksız uçuşan kelimelerin uç uça eklenip mantıklı, sağlıklı cümleler haline gelebilmesi için çabaladı. Karışıklığı kağıda dökülemez, yansıtılamayacak ironiler içeriyordu. Başındaki ağrı dayanılmazdı. Zihninde, hislerinde hissedilen ise daha berbat. Kulaklarına ulaşıp fikirlerinde yer etmek uğruna çabalayan sesleri görmezden gelmek için elinden geleni yapıyordu. Anlam verilemeyen hareketlerine bir yenisini daha ekleyip kulaklarını tıkadı. İnsanların dışarıdan baktıklarında gördüklerine yüklediği anlamlar doğrultusunda yaşayamazdı hayatını. İstediğini yapmakta yükümlü olduğunu hissediyordu. Ah, hissizlikten bahsederken, ne çok duyguyu hissediyordu, bir şeylerden yoksun olduğunu iddia ediyorken ne çok şeye sahipti böyle.
Isınmaya başlayan ılık ellerini kulaklarından çekti. Başını da dizlerinden kaldırdı yavaşça. Yüzüne dökülen salık saçlarından kurtuldu ilk önce. Aralarındaki mesafeye rağmen bakışlarıyla dokunmak istiyordu gence. Kelimeler dudaklarından kaçıyorken aslında hareketsizce durabilmek için çabalıyordu dudakları. “İçi rengarenk şekerlerle dolu, cam, saydam bir şişe gibi hissediyorum.” Dalga geçtiğinin kanıtı yüz ifadesiyle bir süre boş boş baktı ifadesiz gözlere. Karşısındaki genç adamın sorusunu gerçekten bir cevap alabilmek için sorduğu kanısına varıp, “İsteksiz, yaşamak için. Ve yalnız kalabilmek için bile çok yalnız, yetersiz.” Kelimeler mecazi, gerçek anlamlarının hayli dışında anlamlara bürünüp dudaklarından çıkmayı bitirdiğinde başını yana eğdi. Kulübe sıcaktı. Ama fazlasıyla soğuktu aslında. Herkesin yanında en az bir kişi vardı. Ama herkes kendi içinde yapayalnız kalmış, çürümeye mahkum zihniyetlere sahipti. İçeriye bir kere daha baktığında gördüğü, eski bir mezarlıktan farksızdı. Hayal gücü biraz daha ileri gidebilse kargaların lanetli, uğursuz seslerini bile duyumsayabilecekti. Bir başkası olabilmeyi yeğledi. Gördüğü şeyleri bir başkasının gözleriyle bir başkasının penceresinden görmek. Gerçek dışı, ahmakça bir istek. “Ya sen?”
“ Kimi geceler penceremden uzayı seyrederim. Uzayın adını ben koymadım. Uzayın adını yıldızlar, gezegenler kendi aralarında kararlaştırmışlar. Rahatlatır beni o. Bütün yağmurlar, uzayın derinliklerinden gelip yağar diye düşünürüm. Yağmurlar başka galaksilerden gelip yağar. Romantizme uyum sağlamak için de değil. Öyle. İşin gerçeği budur. ” *
Dinledi. Anlamadı. Fakat yinede dinledi. Beyninin içinde durmadan çalan ve sona ulaştığında baştan, o en uyuz olduğu notadan başlayan şarkıya inat çaba gösterdi. Piyano… Tuşlarına her saniye daha çok hevesle basıldıkça ruhundaki sızı artarak çoğalıyordu. Yağmuru hep sevmişti, severdi. Yağmur, sevdiği nadir şeylerdendi. Kar gibi, yılbaşları gibi, doğum günü gibi. Buna rağmen kar yağdığında dışarı çıkmaz, yılbaşlarını yalnız geçirir ve doğum tarihini hiç kimseye söylemez sadece ama sadece yalnızlığının getirdiği hediyeleri kabul ederdi. Yüzünden gelip geçen hüzün dolu tebessüm kulübede bulunduğunun nadir güçlü kanıtlarındandı belki de. Ama o aslında bu kulübede değildi. Bunu o biliyordu, gece biliyordu, yağmur biliyordu. Fakat siz bilmiyordunuz. Demiştim. Tekrarlıyorum. Hakkında fazla şey bilmezdiniz. Ve her şeye rağmen o sizdi aslında. Siz gibi olmak isteyen, size benzemek için uğraşan. Susun! Ses tellerini zorlayarak, yüksek bir sesle bağırmak istedi. Şu an kendisine en iyi gelebilecek şeyin yağmur damlalarının dünya üzerindeki herhangi bir nesne ile ateşli sevişmelerinde çıkarttığı sesler olduğuna inanıyordu. İnançları değersizdi. Önemsiz birer kuraldan ibaret. Ateşe yakındı. Ve aslında hiç olmadığı kadar uzak. Düşünceleri, ruh hali… Avucuna alacağı kızgın bir kor parçası bile ısıtamazdı lanetli bedenini. Şu an. Sadece şu dakikalar, şu saatler yahut şu günlerden ibaret. Gelecek. Uzak, çok uzak bir kavram. Yaşayabileceğini hiçbir zaman düşünmemişti. İntihar, oldukça yakın bir kavramdı zihniyetine. Hep o günü beklemişti aslında. Ölümü bekleyen bir hasta misali. Hastalıklı ama sahici. Kendisini öldüreceği günün hayalini bile kurmuştu. İleride olmak istediği mesleğin hayalini kuran küçük, sevimli bir çocuk gibi. Hayalleriniz her zaman farklıydı. Siz yaşam uğruna hayaller kurarken o aslında her zaman konusu ölüm olan rüyalar görüyordu. Ve her yeni güne güneşin ne kadar karanlık ne kadar gri olduğunu düşünerek uyanıyordu. Bunlardan hep korkmuştu. Kendinden hep korkmuştu. Bulanık, kendisine uzatılan şarap kadehini tekrar görür gibi oldu bir an. Elin havada ne kadar uzun beklediğini, saniyeler sonra kadehin kendinden uzaklaşacağını düşünerek uzandı. Uzandığı hiçbir şeye yetişememişti. İsteksizliğinin tek nedeni buydu belki de; yetersiz olmak. Yetişti. Tuttu. Hatta anlamlandırılamayan saniyeler boyunca kadehi tutan ele bile dokundu. Kadehle birlikte geri çekti soğuk dokunuşunu. İyi gelecekti. Teoros öyle söylemişti. Öyle olmasını umut ediyordu. Ürkek, kadehi dudaklarına götürdü. Alkol çok çabuk etki ederdi sahip olduğu her şeye. Çok çabuk sarhoş olur, çok çabuk sapıtırdı. Umursamadı. Ciddi anlamda umursamadı. Aslında o, hiçbir zaman ayık değildi ki. Şarabın nahoş tadını soğuktan çatlamış, soluk bir gülü andıran dudaklarında hissetti ilk önce. Sonrası klasik, boğazından geçen yakıcı sıvının vücudunda bıraktığı sıcaklık kaldı geriye. Nedeni bilinmez, titreyen elini yavaşça aşağı indirdi. Kadehi sıkıca kavramışken boştaki eli dudaklarında dolaştı bir müddet.
Bakıyordu. Görmekten çok uzaktı. Olsun, yinede genç adamın gözlerinin tam içine bakıyordu. Bakışları birbiri ardına eklenen köprüler misali iletişim kurmalarına neden oluyordu sanki. Teoros onun için her şeydi. Abartmıyordu. Her şeydi. Aşk, sevgi, umut, acı, nefret. Bunlardan herhangi birini ilk defa birine karşı hissettiğinde, bu Teoros olmuştu. Hissettiği, hissedebildiği tek kişiydi o. Gecenin fahişesi, annesinden bile ondan nefret edecek, ona karşı bu olumsuz duyguyu hissedebilecek kadar tiksinmiyordu. Yada yağmur. Yağmuru bile sevmiyordu, sadece sevdiğini zannediyordu. Gerçek. Gerçek kime göre derecelendirilirdi? Şu anın yaşadığını kim iddia edebilirdi ki? Bir şizofrendi belki de. Çam ağaçlarının arasında, eski bir hastaneye kapatılmış umutsuz bir şizofren. Teoros yoktu. Diğerleri yoktu. Yaşadığı her şey ‘yokluktan’ ibaretti. Kadehi elinde çevirirken gülümsedi. Kurduğu düşler bazen fazlasıyla ileriye gidebiliyordu. “Buraya aitmişim gibi hissediyorum. Geceden, karanlıktan hep korktum. Belki de aitlik hissinin tek nedeni korkudur, ne dersin?” Başını eğdi. "Biliyor musun, ben hep geceleri ağlarım. Sence de bu çok ironik değil mi?” Genişleyen gülümsemesiyle başını kaldırdı. Elindeki kadehi çevirmeyi bırakıp, “Sarhoş olmak istiyorum.” Dudaklarına yaklaştırdığı kadehten tatmin edici bir yudum daha aldı.
* İskender Över.
| |
|
Aphrodis Audrey Phyllis Slytherin V. Sınıf | Yönetici
Mesaj Sayısı : 94 Kayıt tarihi : 18/05/12
| Konu: Geri: lleana Stauss. Perş. Mayıs 24, 2012 6:09 pm | |
| | |
|