Liesje de Ruyter Ravenclaw V. Sınıf
Mesaj Sayısı : 3 Kayıt tarihi : 27/05/12
| Konu: de ruyter, liesje Paz Mayıs 27, 2012 2:31 pm | |
| Liesje de Ruyter. İnsanlara kaygı ve tasa depolayan basit bir makine yahut bir hüzün sembolü. Kuzgun damgası yemiş, bir paçavraymışçasına yok sayılmış, özümsenememiş biridir Liesje de Ruyter. Boş, belki de dolu, o, bardağa bakmaya mecal bulamayanlardandır. Mavi gözlerindeki yansımaların onu es geçişlerine ses çıkarmaz, toplumda ya da yalnızken sükûneti kendine yar biçmiştir. Keder timsali ruhu, hissizliği ve farklılığıyla arka sayfalara itilmiş olan genç kız, kendini lanetli olarak görmekte ve enerji sömürdüğüne inanmaktadır. Nifak kelimesini bir ayna misali yansıtan Liesje, insanları kandırmaktan aldığı zevki cinsellikten dahi almaz. Hüzün ve acı görmeyi sever, gördüklerinden bir nevi güç toplar. Ana hatlarıyla, spontane davranışlara, kasvetli bir yapıya sahiptir. Başarı odaklı bir genç kız olan Liesje, on beş yaşına kadar, evde, bir kara büyücü olan amcası tarafından eğitildi. Bu yüzden Karanlık Sanatlara Karşı Savunma'daki başarısının, diğer beşinci sınıflara göre daha iyi olduğunu söylemek mümkündür. Kindar, kibirli, bencil, ketum ve nicelerini taşıyan bünyesi, mükemmeliyetçilikle örtülüdür. Asla yeterli olamayacağı düşüncesi, otoriter tavrını sarsarken, kendi keşmekeşleri arasında ayakta kalmaya çalışır; ama bunun tek gramını bile dışa vurmaz. Amcası, anne ve babasının, Liesje'yı ona bırakıp, ertesi gün kaybolduklarını söyler; bu, pek de iyi bir hikaye olmasa da, Liesje'nın fazlasıyla iyi bir zihinfendar olan amcasına karşı koymak gibi şansı olmamıştır. Duygu yoksunu bir kızdır, daha doğrusu sevgi yoksunu. İnsanların ona duyduğu nefretle beslenir, onun için nefretten daha güçlü bir duygu yoktur.- Spoiler:
Penthesilea’nın her gün tekrarlayan rüyası:
Dişleri arasında, birkaç damla hayat sıvısı ararken, duraksadı. Niye kalıntılarla yetinmeliydi ki? Onun doğasında parçalamak, kendini doyurmak mecburiyetine engel çıkarmamak vardı. Gözüne kestirdiği rekiklere, saniyeler sonra, kamaşmış gözlerle derin bir ironi yaratan mermerden bir deri hediye etmişti. Aslında cevat bile sayılırdı kadın, gözleri kör olmadığı zamanlarda. Çoğunlukla hiçbir zaman. Sadomazoşizm gönüllüsü, cılız hatlarla bezenmiş bir vücuda sahip, pervasız, septik ya da neyse, o buydu ve kendini kabulleneli dört yüz sene geçmişti. Yutkundu ve mahrem anılarına, kana bulanmış ellerini sürdü. Onları kirletmeliydi, yoksa, kontrol altına alınırdı.
“Kendine gel, Caja.” Kimdi bu engin kaosun elçisi? Kıvrımları o kadar çok tanıdıktı ki, kaçınılmaz gerçeğe sürüklendi, Edith. “Bana nasıl Caja diye hitap edersin? Seni pespaye!” Ve o, tutku beslediği bir kadını, yine benzer tutkular yüzünden öldürmüştü. Ona soysuz demiş, vanilya kokan saçlarını yolmuştu.
Benzer birkaç anı daha melodik bir biçimde, onu eğlendirirken, burnuna güzel bir koku çarptı. Edith kadar güzel bir kokuydu bu. Bir an için, ölmediğini düşündü; bir erkekle karşılaşacağını değil. Oysa güzel bile sayılırdı. Parlak sarı saçları, modaya zıt –tam da onun seveceği gibi– bir biçimde kesilmişti, gözlerinin ne renk olduğunu seçmek zordu; çünkü onlar, kadının ince, beyaz, koyu damarlar sergileyen boynundaki kolyeye sabitlenmişti. Dişinin güzel koku için yapmayacağı şey yoktu, anılarının eş manası antika kolyeyi, gayet de takas edebilirdi. Çekingen sayılmazdı, etkileyici olup olmadığı tartışılabilir bir ses sundu adama: “İstersen senin olabilir.” Birkaç saniye kaybolamayan, gördüğü parıltıya aşinaydı benliği. Sürüyle kan tatmıştı, sigara, eroin hatta insan bağımlısı bile olmuştu. Kısa sürede, bunu kendine yakıştıramadığı kanısına varmış, vazgeçmişti; ama sarraf mecali kaçınılmaz olmuştu. “Benimse, senden alacağım şey, seni çürütürken, beni tekrar diriltecek.” diyerek, keskin bir kılıç misali böldü sükûneti. Bunu garipsemesi elbette doğaldı; o, sükûneti, yar bilmişti kendine. Yüzyıllar öncesine dayanan, kolye kadar antika bir görüntüsü vardı. Küçük ayakları ve elleri, ince ve kısa vücudu, çekici sayılabilecek çehresi, uzun kirpikleri... Onu ele veren şey, bembeyaz teni olmalıydı. Genç adam, ya ırkını anlamamıştı; ya da küçük –aslında büyük– çaplı bir şok geçiriyordu. İkinci seçenekte yanılmayı diledi –yanılmayı ilk defa diliyordu–; karıncalanmış kanlara burun kıvırırdı. Küstahça ekledi, kan şehvetine yenik düşmüş dişi: “Yani o kadar da mühim bir şey değil.” Aklını yoğuşturan düşünce bulutları arasında nefes almaya çalışan, basit bir hayat kadını olabilirdi. Göze çarpma arzusu onu kadınlara itelemişti ve farklı olmak için, en derin arzularını, gözünü kırpmadan, tarihin puslu sayfaları arasına gömmüştü. Afallamıştı, bu doğruydu; ama uzun zamandır bir erkekle iletişim kurmamıştı. Bir cadı ya da muggle olsaydı, zaten zorlu olan hayatının, daha fazla zorlukla kaplı olacağını düşündü ve belirgin olmayan bir biçimde yutkundu. Güzel bir alışveriş karşısında, güzel bir erkekten, güzel bir ödül alacaktı. Bu olaylar zinciri kadar güzel Kahire, güzel havasını esirgemezken, ne kadar çok güzellikle beraber olduğunu fark etti Jolene. Sarsılmaz otoritesi, yıllar ardından harekete geçerken, hakimiyet hâlâ elindeymiş gibi görünmeye çalışıyordu.
“O kolyeyi bana verdiğin sürece, istediğin çoğu şeyi yapabilirim.” Aynı hırs, benzer arzular. Bir an için kendini gördüyse de, benzeri olmadığını anımsadı ve yüzüne kibir temsili bir ifade yerleştirdi. Ve o da gülümsedi. Bunu bir refleksmişçesine yaptı hem de. Bir imrenme, sadece küçük bir an için. “Bana güvenme.” Biçimli ağzından çıkan bu iki sözcüğün amacı da neydi? Dişlerini, dudaklarına geçirirken, biraz daha düşünmesi için zaman tanıdı adama. Vahşi olduğu kadar kibardı da.
Rüzgar tarafından saldırıya uğramış adamı izledi, havadaki tehditi, hücrelerinde yaşattı. Başını kaldırdı, gözlerini yumdu ve havadan ödünç aldığı birkaç parçayı, burnuna enjekte ederken, mırıldandı: “Kahire’nin güzel kokmasını sağlıyorsun, dzieci*” Neden Lehçe konuştuğunu bilmiyordu. Çoğu zaman Diabeł* ya da benzer bir caninin, ruhunu, epeyce büyük bir paraya satın aldığını düşünürdü. Adama arkadan yaklaştı ve çaktırmadan saçlarını kokladı. Tam da Edith gibi. Reenkarnasyona inanan bir Asyalı olsaydı, tırnaklarını yiyebilirdi. Soğuk; ama narin sayılabilecek dokunuşları, adamın boynunu yoklarken, bir kasılma hissetti. Kendine ait olmayan bir kasılma. “Damarlarını serbest bırak. Kendini kasarsan, damarlarını teker teker açarım ve bu acıyı misiller. Anlıyor musun?” derken daha çok kendi kendine konuşur gibiydi. Kaşlarını çatarak, kadına döndü, genç adam. Kadınsa, gözlerinin mavi olduğunu fark etti. Buz mavisi miydi sahi? Yoksa bakışları mıydı, soğuk sıfatını yakıştırdığı? Bu kadar benzerlik hiç hoşuna gitmemişti, hem de hiç. Histerik ve gizem dolu, yüksek bir kahkaha, havayı kaplarken, bir daha garipsedi durumunu. Bu kadar garipliğe pek de aşina sayılmazdı. Rüzgar, saçlarını uçururken, hâlâ parmak ucundaydı.
“Anlaşmayı kabul ettiğimi hatırlamıyorum. Ayrıca önce kolyeyi vermezsen, değil boynumdan ısırmak yakınımdan bile geçemezsin.” Ve son radde: Aynı kaos. Ürpermemek elde değildi. Boğazındaki yumru benzeri şey, Kahire’yi, belki de yaşamı çekilmez kılan şeydi. “Ah.” İnledi ve uzun zamandır dillendirmediği bir sözcük, yeniden hayat buldu. “Aptal.”
Asasını sallayan büyücüyü izledi ve sırıttı. Bir vampire göre beyaz, bir büyücüye göreyse, sarı dişleri vardı. Hızlı bir dirsek darbesi, tam da kaburgayı hedeflemişti. Duyduğu sese bakılırsa, kırılmamıştı; ancak yadsınamaz bir incinmeydi armağanı. “Kibar davranmak da işe yaramaz olmuş.” Burnunu kırıştırdı ve eğildi. Zevk alması gerekiyordu, acı çekmesi değil. Etraf o kadar ıssızdı ki, adamın ağzını kapamaya ihtiyaç dahi duymadı. Keskin dişlerini, boynuna yerleştirip, hayat sıvısını emmeye koyuldu. Fazlasıyla doyumsuz olsa da duraksadı. Kolyeyi ona verecek miydi? Hiç sanmıyordu. Dudaklarını emdi, dişlerini temizledi ve onu, pek de fark edilemeyeceği bir yere iteledi. “Aptal tanrına dua et.” dedi ve birkaç saniye sonra, tamamen gözden kaybolmuştu.
Birkaç gün sonra:
Sol elinin baş parmağını, boğazına bastırdı, bir nevi nabız kontrolü için. Böyle şeyleri yapmak hoşuna giderdi, eskileri hatırlamak, güzeldi. Bir süre, genelde kısık bakan gözlerini kapadı ve gözlerini açtığında, onu, dehşet dolu bir anı karşıladı. Kolye, yoktu. Birkaç gece önce, bir hatıra defteri yaprağına, antika kolyesini kaptırmıştı. Sinirden köpüren Jolene, Kahire’ye doğru yol almaya başladı. Zaman ya da mekan, onun için soyutlaşmış, iki basit kavram kıvamına gelmişlerdi. Önemli olan kolye değildi elbette, yenilmek, acizlik ve bunun gibi iğrenç kelimeler, cümlesindeyse, cümleyi anında silerdi. Kahire, sıcaktı. Terleyen vücuduna oranla, epey sıcaktı, üstelik terlerini silmeye fırsat bulamıyordu. Tanıdık kokusundan yararlanarak, takip etti. Hiç bitmeyecek gibi görünen yolculuğun sonuna yaklaştığında, zafer nidaları çıktı bünyesinden. Daha önce bunun kadar ne zorlamıştı onu? Tabi ya, Edith. Adamla göz göze geldiklerinde ise, her şeyin mükemmel işlemesini istiyordu.
“Bak sen.” Alaycı çıkan sesine gülümsedi. Gülümsemesinin, saniyeler ardından kaybolması ne acıydı, değil mi? Boynunu hareket ettirdi, kütürdetti ve ciddi ifadesini yoğurup, güçlendiren, donuk bir sesle verdi emrini: “Kolyeyi ver.”
-
Ve Penthesilea Paparizou’nun tiz çığlığı, tüm Patras’ı sardı. Sonunda açabilmişti kimsenin bakamadığı, yeşil, iri gözlerini. Yine de Tanrı’ya minnet duymadı, gelecek korkusunun, tek damlasının bile onda olmaması ne acıydı.
Birkaç parça huzur edinmek hayat gayesi olmuşken, kendi vasıfsızlığıyla dalga geçebilecek hale gelmiş olması, onu gocunduruyordu. İçindeki ses, bu hayal sahnesindeki, basit oyunun perdelerinin kapanmasının zamanı geldi, diyordu. İçindeki ses hiçbir zaman ondan yana olmamıştı; niteliksizliğinin ve başarısızlığının yegane sebebi de bu değil miydi zaten? Onu diğerlerinden ayıran pek çok şey vardı: Sadece farklı olmak için eşcinselliği tatmış, ardından umarsızca sahip olduğu büyük acısı, ona uyuşturucu bağımlılığını kazandırmıştı. Kötü bir geçmiş sahibi bir yalandı. Söylediği yalanlarla harmanlanmıştı; kendini bir yalan olarak nitelemekte sakınca görmüyordu, realist bile sayılırdı. Aşırıların buluştuğu yerdi Penthesilea. Siyah olduğu kadar beyazdı, iyi olduğu kadar da kötüydü. Tutkularıyla dalga geçilen, dillere pelesenk, sakız olmuş biriydi Penthesilea. Cömertçe latiflik bahşedilen genç kadın, ismini, insan oğlundan esirgemeyi tercih etmişti. Gerçi bugüne kadar, ona, ismini soran da olmamıştı. Çoğu insanın ürktüğü bir aşırıydı Penthesilea, aşırı doz uyuşturucu ya da aşırı alkol. Bazı genellemelerin yıkılması gerekiyordu anlaşılan, tıpkı Berlin duvarı gibi. İsmini öğrenmek isteyen biri çıkmıştı. Amazon Kraliçesi’nin ismini üstlenmeyi arzulamış, yalancı bir Yunan’ın ismini öğrenmek, ne işinize yarardı? Penthesilea, insanlara akıl sır erdiremediğinin farkına varmış, bunun üzerinde kafa yormaktan vazgeçmişti. Neden adamın kartını Brynja’dan istediğini ya da neden gereksiz bir iş için, üç ons ot aldığını bilmiyordu. Saniyelik bir merak duygusunun, ona yaptırabilecekleri, tam manasıyla, şaşırtıcıydı. Giyimine neden özendiği ayrı bir muammayken, geç kalmak istemediğinin farkına vardı ve bir saat kala, gölün yolunu tuttu. Aslında her cumartesi buraya geldiği doğruydu; zira kafayı bulmak için, eşsiz bir uzaklık keşfetmişti burada. Yüzünü tam olarak göremediği bir adamla olan gayriresmi randevusu muydu onu heyecanlandıran? Oysa, derinlerde bir şeyin, zihninin her karışına, bir tümör gibi yayıldığına dair iddiaya dahi girebilirdi.
Sislerin oluşturduğu muazzam manzarayla bütünleşirken, duraksadı. Duyduğu çıtırtılar, kalp atışlarını hızlandırdı, belki de nefesini kesti. İnce tırnaklarıyla, boynunu çizerken, –bu eskiden kalma bir alışkanlığıydı, ne zaman gergin olsa böyle yapardı– oturuşunu dikleştirdi. Gölün yanına oturmuş, ayaklarını da suya, özgürce bırakmıştı. İşitilmesi kaçınılmaz olan böcek ve baykuşlar bir yana, adamın geldiğine inanmak istiyordu. Ve birkaç saniye sonra, keskin koku alma yetisine hakim burnuna, baharatlı bir koku sırnaştı. Misafiri gelmişti. Ayaklarını, suda çırpması dışında, kıpırdamadı. Yüzüne neden bakmadığı konusunda iyi bahaneleri vardı. İngiltere’de geçirdiği yıllara inat, bozuk Yunan aksanıyla, elindeki karttan, adamın ismini okudu. “Viktor Ivanovich Levitsky.” İsmini defalarca okumasına rağmen, dudaklarını, ilk kez okuyormuşçasına büzüştürdü. Sıradaki cümle de onun olmalıydı; ama ne diyeceği konusunda kararsız kalmıştı. Aklında, taklalar atan kelimeler arasından, en olanaksızını seçti: “Zdravstvyite.” Bunu diyecek cesareti nereden edinmişti? Yarım yamalak bir Rusçayla, bir Rus’a meydan mı okuyordu? Privet demeyecek kadar ciddiydi en azından. Ayaklarını sudan çıkarıp, kendine doğru çekerken, “Beni ne kadar merak ediyorsun?” dedi en kışkırtıcı sesiyle. Bu, onun için basit bir refleks haline gelmiş olsa da, içine katmak istediği hisler, kesinlikle haddini aşardı. Bu gece, gizemli olmakta sınır tanımayacaktı. Ve biraz da yaramaz olacaktı, belki. Saniyeler önce işittiği, doğadan ayrılarak, çekicilik yerine natürelliğini kaybetmiş sesin, yaklaşışını duyumsadı Penthesilea. Bunu göz ardı edebilir miydi? Bir süre sonra, bakışlarını, adamın çehresine odakladı. Adamın suretini görünce, ürettiği arsız düşüncelere hakim olamadı Penthesilea, utandı. Belki de bir saniyeliğine, onları bırakmış olmanın rahatlığıyla kıkırdadı. Normal olanaklarda bastırmakta zorluk çekmediği hormonlarının, ani harekete geçişi, onu, bozguna uğratmıştı. Neden yapılı vücudu yerine yüzünü tercih etmişti, bilmiyordu. Tıpkı hiç karşılaşmadığı bir yabancıyla, neden buluştuğunu bilmediği gibi. Normalde, maskelerinin arasından kolayca seçtiği kışkırtıcı bakışlarını, bu sefer, istemeden fırlattı Penthesilea. Adam, büyük ihtimalle, kendisini tavlamak için böyle yaptığını düşünecekti; oysa Penthesilea, adama tav olmamak için dişli bir mücadele verirken, orantılı çehresine verdiği tepkiyi, saklamadan, değiştirmeden, aynen iletiyordu. Her şeyi bu kadar yüzeysel yaşamış olmanın buyurduğu gariplik hissine rağmen, kıpırdamadı. İçindeki arzu kıvılcımlarını adama da bulaştırmış olabilir miydi? Aradaki sükûnetin bozulamayacak kadar kıymetli olduğunu; ama ek olarak da güçlü bir baskı uyguladığını düşünürsek, adamın konuşması, Penthesilea’ya derin bir neşe armağan etmişti. “Ne kadar mı? Sence merak duygum ölçülebilir mi? Senin boyunda veya senin kilonda olabilir mi? Ya da belki de sadece bir seferde içtiğin ot kadar. Herhangi bir durumda bile hangisinin neye göre çok veya az olduğunu bana söyleyebilir misin?” Böyle bir yanıtı beklemiyordu, yoksa, afalladığı çok mu belirgindi? Bu düşüncenin verdiği memnuniyetsizlikle irkildi. Cümlesi esnasında yanaşan adam, cümle sonlanırken, durdu. Nefesini hissediyordu, tam orada, derisinde. Ve kokusu… Duyumsamakta güçlük çekmediği kokuyu, Dulcibella’ya benzetmek gibi, büyük bir hataya düştü. Bu sebepten, kendini azarlarken, adamı gördü, bakışını. Oysa o bakışı hatırlıyordu. O, lanet muggle hastanesine kapatılırken de görmüştü benzerini. Babasından farklı; ama bir o kadar da aynı oluşu, ürpermesine sebep oldu. Belirgin olmayan bir şekilde, boğazındaki yumruyu itelerken, düşündü. Burada ölse, kimsenin haberi olur muydu? Katil olması gerekenin kendi olduğunu fark edene kadar bu, pek de sönük kalmamıştı.
Adamın uzattığı eli, tereddütle kavrarken, tüm ağırlığının, birden alındığını fark etti. Oldukça ani bir anda, bedeni, adamın güçlü bedenine çarptı. Bu sefer yutkunuşunu gizleyememişti, biliyordu. İşin vahim kısmıysa, bedeninden ayrılmak istemeyişiydi. Kendini azarlamaya devam ederken, adam, diğer elini tuttu ve onu, eski çınar ağacının altına götürdü. Bu ağacın altında edindiği anıları hatırlamaktan kaçınmayacaktı. Çamura bulanmış ayaklarıyla, adama itaat ediyordu, Penthesilea. Bunu neden yaptığını da bilmiyordu üstelik; zira neden aramaya mecali kalmamıştı. Adam, onu, sert denilebilecek bir şekilde, omuzlarından tutup, ağacın gövdesine yaslarken, genç kadın, nefes bile almadı. Adam, ellerini çekerken, onları geri isteme sebebini de irdelemeyecekti. İrdeledikçe derin bir kuyuya düşüyordu çünkü. Gözleri, birbirlerini tanırken, Penthesilea da onu tanımak istediğine karar verdi. Evet, o, insanları tanımak isterdi zaten, sadece, kendini tanıtmazdı. Yine de, bunu, normalmiş gibi karşılaması doğru olmayacaktı, biliyordu. Hissedebiliyordu. Uzun bir zaman ardından, çekinmeden yapıyordu bunu. Sessizliği bozmalıydı, yoksa… Yoksa ne olurdu bilmiyordu. Bunu olağan bir şey olarak algılamaya başladığında, adam, sol eliyle, çenesini tutmuştu, sağ eliyle de önüne düşmüş saçlarını iteliyordu. Ellerini çektiğindeyse, ani bir kuvvet patlamasıyla, “Ben uzlaşıcı biriyim, Ivan.” diye fısıldadı. Ona nasıl Ivan diyebilmişti? Bunun masumane olmasını dilese de, daha çok, kibir yüklü olduğu biliyordu. Üstelik, sanki birilerinin onu duyma ihtimali varmış gibi, büyük bir gizlilikle sunuyordu cümlelerini. “Sorduğum sorulardan, tatmin edici yanıtlar alırsam, ne istiyorsan, onu alırsın.” Aslında ona bir teklif sunmamıştı. Ne yazık ki kibir örtülü ruhu, buna el vermemişti. Bu gece, köle olmak için yaratılmamıştı. Elde ettiği masum ruhlara karşın, ceza çekeceğini biliyordu; tıpkı, şimdi olmadığını bildiği gibi. Aniden, “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sorarken, sorunun cevabı yerine, adamın, ne isteyeceğini düşündü. Bir öpücük mü? Düşünceleri arsızlaştıkça, sonu gelmeyen rüyaları andırıyordu ve Penthesilea, rüyalarına, hiç bu kadar yakın olmamıştı. Genç kadın, naneyi andıran nefesini, tam da adamın suratına bıraktı.
Ona Ivan demesinden kaynaklanan sinir, kaçınılmaz olmuştu. Gözünün en önünde, saklanmayı başaramamış olduğu, o saliselik sertlik, Penthesilea’yı ürkütmüş müydü? Büyük öfkesinin yanında otoriter kalmaya çalışırken, içinde garip bir his vardı. Bir koz elde etmişti. Adamın, büyük ihtimalle en zayıf yönünü bulduğu için, gülümsemeli miydi? Gülmemek için çaktırmadan dudaklarını emdi, o, kötü bir kızdı ve bunu, kötü sonuçlar dahilinde, gayet de yüzüne vurabilirdi. Ne kadar iğrenç olduğunun farkına varmasıyla, adamın, bir sonraki ifadesinin, az öncekiyle derin bir ironi yaratması bir olmuştu. Saniyelik bir gülüş gördüğünden emindi. Durum farklı olmasa, çekici olduğunu bile söyleyebilirdi. İçindeki ses, adamın ifadesinin ciddileşmesiyle sustu. “Güzelliğine güvenme. Onun kadar güçlü olamazsın. Ve güzellik güç değildir.” dedi adam, birden. Penthesilea, asosyallikten mi yoksa farklılıktan mı olduğunu bilemediği bir şaşkınlık denizinde boğulurken, adam, yüzüne yaklaşınca, kavruldu. “En azından benim için.” Cümlesini kulağında algılayınca, tüyleri, diken diken oldu. Normalde, böyle bir cümleyi kabullenemezdi. Tüm erkeklerin aynı olduğunu savunan basit feministlerden farkı neydi sahi? Geri çekilirken, yanağına sürttüğü dudaklarını kesinlikle beklemiyordu Penthesilea. Yutkunurken, hareket etmedi, hala nefesini hissedecek kadar yakındı ona. Adam, geri çekilirken bir şeyler fısıldamıştı; ama Penthesilea’nın güzel algısı, sadece kokuları kapsıyordu. Bir süre sessizlikle yandılar. Sükûnet yeni vücutları oldu, iki çene de ardına kadar kapandı. Bakışlarının, çehresinden kaçtığını hisseden kadın, ilgiyi tekrar üzerine çekmek için fazlasıyla geç kalmıştı. Bu fırsattan faydalanarak, gölü izleyen adamı inceledi. Sert yüz hatlarını çok hoş bulmasına rağmen, vücudunu gözden geçirmeyerek, büyük bir hata yapmış olduğunu anladı. ‘Hayatın, iki kağıt parçasının arasına konulmuş otlardan daha iyi bir anlamlı olmalı’ benzeri düşünceleri, havada dönerken, adam, ona döndü. Yüzündeki hareketsizliğe nazaran, çatılan kaşlarına imrenirken, sorusunu işitti. “Neden her şeyin altında bir şey arıyorsun?” Ah, Penthesilea da bunu kendine sıkça sorardı. İşin kötü kısmı: Hiçbir zaman için kesin sonuç alamamasıydı.
“Bu soruları sen sorsaydın, ben böyle demezdim. Biraz kibar olmalısın.” diyerek, en kaçamak cevabı seçmiş oldu. Oysa bunu yapacağını adı gibi bilirdi. Yapardı; çünkü, bir başkası sorduğunda, ondan çaldığı, belki de mantıklı bir cevabı olurdu. “Güzelliğime güvenen biri olsaydım, şu an birilerinin altında olurdum.” dedi belirsiz bir tebessümle. Konuyu değiştirmeye çalışırken, babasıyla edindiği tecrübeyi anımsayınca, elleri, ceplerine yöneldi. Bir uyuşturucu bağımlısını andıran –ah, doğru ya, öyleydi– bir biçimde sallanan elleri, sigara paketini bulana kadar rahat edememişlerdi. Alelacele dudaklarına yerleştirdiği sigarayı yakarken, ayaklarının da terlediğini fark etmemişti. “Ya eski sevgilinin, ki heteroseksüel olduğunu düşünüyorum, ya da babanın adı Ivan, değil mi?” dedi, dumandan birkaç parçayı, içine enjekte ederken. Ellerinin titremesi geçtiğinde, burnunu çekti ve ne kadar acınası bir halde olduğunu düşündü. Basit bir fahişeden farksızdı. Çektiği nefesi, adamın yüzüne üflemeyi planlamamıştı; ama olmuştu işte. “Duygularını saklamak konusunda daha çok çalışmalısın. Gözlerin seni ele veriyor.” diye devam etti. O anda, sisler etraflarından çekildi ve Ay ışığını, adamın suratında yakaladı. Onun ne kadar da hoş olduğunu düşünebilirdi, aslında bunu zaten yapıyordu; ama gördüğü morluklar, daha çok ilgisini çekmişti. “Brynja bana malların tamamını sattığını söylediğinde, ona inanmamıştım!” Bunu büyük bir heyecan ile söylemişti. Lafla ‘Penthesilea’nın–sağlığı–için’ ona satmadığı bir maddeyi, adama vermişti demek! İçindeki kıskançlığı bastırsa da, dürtülerini engelleyemiyordu. Kapatılmak için epey uğraşılmış göz çukurlarını, daha iyi incelemek istiyordu. “Dokunabilir miyim?” İzin almak gibi bir gayesi olmazdı, neden tereddüt ettiğini bilmiyordu.
| |
|