Moitié L'Dormeur Hufflepuff V. Sınıf
Mesaj Sayısı : 7 Kayıt tarihi : 29/05/12
| Konu: Moité L'Dormeur Salı Mayıs 29, 2012 9:16 pm | |
| Karakter Adı ve Soyadı: Moitié L'Dormeur Karakteristik Özellikleri: Moitié sürekli kendi yarısını aramakla meşguldür. Sürekli yarım olduğunu düşünür. Bu ailesinin ona aşıladığı bir düşüncedir. Sürekli bir hata yapmış gibi yakalanma korkusu taşır. Sessiz ve biraz içten pazarlıklıdır. İleride çok ünlü ya da güçlü biri olacağının hayallerini kurar sürekli. Sanatsal yönü çok gelişmiştir. Duygusaldır çok çabuk ağlayabilir. Çok çabuk sinirlenir ve sinirliyken ne yaptığını bilmez. Aile Geçmişi: Dünyaya tek başına gelmemiştir ama tek başına yaşamıştır. İkizi Anne doğum sırasında ölmüştür. Annesi ona 'yarım' anlamına gelen Moité adını koymuştur. Babası yoktur. Annesi bir fahişedir. On yaşına kadar L'Dormeur Kontunun evlatlık kızı olarak büyümüş daha sonra evden kaçmıştır. Örnek Rol Oyunu:- Spoiler:
Hayat, başlangıcı ve bitişi olan kısa bir mesafeden ibaret. Tabiki benim için değil, hayat benim için bir sonsuzluk demek. Herşey bende hayat bulur, insan, ulu ağaçlar, cılız otlar, Tanrı, Titan... aklına gelebilecek herşey. Peki öyleyse neden yeni bir barışın hayat kıvılcımlarını oluşturamıyordum? Neden tekrar eski düzeni bulamıyordum? Ne eksikti? Ya da neyi fazla yapıyordum. Oturduğum, eskiden bana huzur ve güç aşılayan şimdi ise bir kafesten farksız hissettiren tahtta kıpırdandım huzursuzca. Yüzümü ellerimle kapadım, neydi yapamadığım? Eskiden ne farkım vardı? İçimden bir ses yaşlandın Gaia diye mırıldandı beynimin en uç noktalarından bir yerden. Bu sesle irkildim, beni ürküten bu sesin gelmesi değildi, söylediği şeydi. Yaşlanmak, hayır hayır bunu kabul edemiyordum. Yaşlanmak, ölüme yaklaşmak demekti. Ölmek ise yok olmak. Sanki daha önce hiç varolmamış gibi hemde. Birden gitmek, asırlardır insanlara olduğu gibi bir önceki gün var ve sonraki gün yok, o öldü der geçiştirirlerdi. Oysa ben ölemezdim, ölemeyecek kadas asildim, kendimi öyle görüyordum. Egom bu gerçeği her hücresiyle reddediyordu. Ben ölemezdim, yaşlanamazdım! " Hayır! Hayır! Hayır! " diye haykırdım hiddetle ve tahtımdan kalktım hızla. Burun deliklerim kapıldığım hiddetle hızla açılıp kapanırken, titreyen vücudumu ince kollarımla sardım. Kendi kendimi teselli ediyordum. Yanımda benim için bunu yapabilecek birini bırakmamışlardı. Oğullarımın ve kızlarımın kendi oğulları ve kızları tarafından yok edilişini görmüştüm. Ulu karanlık, içinden kopup geldiğim boşluk, senden harikalar yaratmasaydım da keşke beni yine içinde kaybetseydin, kaybolsaydım! Biraz sakinleştikten sonra tekrar tahtıma oturdum. Acı çekiyordum, herşeye fazla tepki vermemi ona yormaya başlamıştım. Canımın her bir parçası zalimce katledilmişti ve sesler bana yaşlandığımı söylüyordu. Bir şeyler yapmam gerektiğini düşünüyordum. Düşünceyi eyleme dökmem gerekiyordu. Hemen, derhal! Yavaşça tahttan kalktım ve uzun beyaz Helenistik tarz elbisemin eteklerini yerde sürünmemesi için tutarak uzun duvarsız ve sonsuz alana sahip taht dairesinin altın işlemeli devasa kapısına doğru yürüdüm. Eskiden kapı boyunca hizmetkarlar vardı oysa bu boş hali bana terk edilmişliğimi hatırlatıyordu. Saf altından yapılmış dev kapının önüne gelince durdum ve elimi soğuk altına koydum, elimin sıcaklığıyla ılınan altın bana eski güzel hatıraları hatırlatıyordu. Eskiden ben ayağa kalktığım anda selam duruşuna geçen hizmetkarlar ve bir el hareketimle açılan altın kapılar yoktu. Artık kapıyı kendim açmak zorundaydım. Bende öyle yaptım. Boşta olan diğer elimi de kapıya dayadım ve ağır altın kapıyı ittirdim. Kapı ağır olduğunu belli eden bir gıcırdamayla uzun geniş ve bomboş koridora açıldı. Koridor, gökte her yerin olduğu gibi bembeyaz ve sonsuz gözüküyordu, buradan istediğim her yere ulaşabilirdim. Çocuklarımın daireleri, ben ve Uranüs'ün dairesi... Kapılar nereye istersen oraya açılacak şekilde yapılmıştı. Hayal ettiğin şeyi yaşaman için, soylu bir şekilde. Bir Titan'a yaraşır bir şekilde. Bir kaç dakika sessizce altın kapının eşiğinden uzun ve bu aralar pek bir sessiz olan koridora baktım. Sessizlik, sıradan bir sessizlik değildi. Bu bir ölümün, bir çöküşün sessizliğiydi. Bunu yaşamayı hak etmemiştim. Çaresiz ve üzgün bir ruh halinde, bakışlarımı koridordan kaçırdım. Bakışlarımı yere, yer döşemelerine doğru yönelttim. İçimdeki, asap bozan o ses yine yükseldi aynı kuytu köşelerden. Kendinden mi kaçıyorsun Gaia? Ya da kendi soyundan mı? Hangisi güzel Gaia? Ses, bu ses beni öfkelendiriyordu. Sessiz kaldım, ama ses tekrar yükseldi, arsız bir tonda, ısrarcı bir şekilde konuşuyordu. Sanki dalga geçermiş gibi. Cevap ver yüce Gaia, yoksa benden mi kaçıyorsun? sabrımı zorluyordu bu ses. " Hiç kimseden kaçmıyorum. Özellikle de senden kaçmıyorum, her kimsen. " mırıldanır gibi konuştum. Kendi sesimi bile zor duyabiliyordum ama kendimi yüksek sesle konuşunca bu sessizliği bozarak günaha girecek gibi hissediyordum. Herşey bozulacak gibi geliyordu. Bundan çekiniyordum. Ama içimden gelen ve benimle alay eden ses cüretkardı, kulaklarımı sağır edecek derecede yüksek bir sesle konuşmaya başladı Yüce Gaia, neden çekiniyorsun yoksa seni duymalarıdan mı? Yapayalnızsın, yaşlanmışsın, yakında yok olacaksın, kimsen yok Gaia neden çekiniyorsun? Beni kızdırmıştı, tahminimce amacı da oydu. Kaşlarımı çattım ve kafamı eğdiğim gibi yavaşça kaldırdım. Gözlerimi dipsiz beyazlığa diktim. Yüksek ve sert bir sesle yarı bağırır gibi konuşmaya başladım. Kimseden korkumuyorum! Oysa sen bedenini saklayarak sadece sesinle beni alt edeceğini sanıyorsan yanılıyorsun aciz ruhlu yaratık! Ortaya çık yüzünü göster bana!" Ortaya çıkmasını bekledim. Bekledim, hatta istedim bunu. İçimde biriken ve kimseye yansıtamadığım öfkeyi boşaltmak için bir imkan olarak gördüm ama önümde arkamda hiç kimse belirmedi. Buna da sinirlendim. Karşımdakinin ne olduğunu bilememekte benim sinirlerimi germeye yetti. Ama korkmuyordum, korku yoktu sadece gergindim. Hedefi on ikiden vurmak için gerilmiş bir ok gibiydim. Merhamet edemeyecek kadar gergindim. Bir kaç dakika daha bekledim ama ne ses geldi ne de herhangi biri, altın kapının içinden geçip kendimi koridorun parlaklığına bıraktım. Bembeyaz ve parlak koridorda yürümesi eskiden bana huzur verirdi, sonsuz koridorda ilerlerken düşünmeye vaktim olurdu. Kalabalık geçen günlerden sonra koridorda yürüyüşler yapmak için ortadan kaybolurdum. Oysa şimdi aynı koridor beni ürpertiyordu bu yalnızlık beni öldürecek gibi hissediyordum. İlk kez yalnız kalmıyordum. Herşeyi yaratırkende yalnızdım ama bu kadar yalnız değildim ve bu yalnızlığın kökeninde bir yenilgi yoktu. Aksine yeni ve keşfedilmemiş ufuklar vardı. O zamanlar en ufak dokunuşum harikalar yaratmak için yeterliydi oysa şimdi iki elim ve tüm benliğimle sarıldığım amaçlar bile geri tepiyordu. Şimdi ağır ağır adımladığım bu uzun koridor, beni boğuyordu. İsmi koridordu ama aslı koridordan fazlasıydı. Hemde çok fazlası. Beyazlıktan ibaret değildi koridor, güzel cariyeler gibi çekici heykellerle süslenmişti heryeri, insan zekasının alabileceğinden çok daha güzel heykeller. Güzel görünümlü, hoş kokulu sarmaşık çiçekleri, hızla uçan sinek kuşları, durmadan öten bülbüller... Tüm güzellikler bu dipsiz beyazlık içinde uyumla sevişiyordu birbiriyle. Tanrılar bu güzellikleri mi kıskandı acaba diye düşünüyordum bazen. Ama aynılarını hatta kat kat güzellerini onlarada bahşetmemiş miydim? Etmiştim! Bu bencillikten başka ne olabilirdi aklım almıyordu. Kıskançlık, bencillik, asla olamayacakları bir şeye özeniyorlardı. Er ya da geç bunun cezasını çekeceklerdi. Küçük adımlarla ilerlediğim koridorda, ilerlerken aynı zamanda iki tarafta belirli aralıklarla dizilmiş gümüş ve altının en güzel uyumuyla işlenmiş kapılara bakıyordum. Hepsi terk edilmiş ve yalnız kalmışlardı. Benim odam dışında. En sonunda odama ulaştım. Koridorda bulunan en son odaydı benim odam, bir zamanlar aşkı paylaştığım Uranüs ile kaldığım, artık yalnızlık ile seviştiğim bana buzdan soğuk gelen oda. Bu odaya girmek benim için kolay değildi, o kadar çok yaşanmışlık birikmişti ki bu odada. Herşey bana bir hatırayı çağırıştırıyordu. Çocuklarımı burada doğurmuştum. Şimdi doğdukları yer mezarları olmuştu, hepsini kalbime gömmüştüm. Ölmedikleri halde ölmüş saymaya başlamıştım çoğunu, bu bana daha çok acı veriyordu. Kocam, sadık kocam, hep sadık oldu ta ki isyana dek! Bana ihanet ederek güçlü çıkacağını düşündü sanırım, ama onunda sonu kıyım oldu, ah zavallı kocam. Zavallı ben. Kapının önünde ağlamamak için kendimi zor tuttum her zaman aynı şey oluyordu. Yutkundum, gözlerimi kapadım ve dudaklarımı ısırdım. Güçlü olmalıydım ben Toprak Ana'yım.Elim altın kulpa gitti ve yavaşça çevirdim onu. Kapı minik bir tıkırtı çıkartarak açıldı. Yavaşça odaya süzüldüm. İhtişamlı odaya girdiğim anda isyandan ve soyumun benden koparılmasından beri sürekli yaşadığım şeyi yaşadım. Yalnızlık ve çaresizlik tarafından sarılmak. Ne kadar yalnız olduğumu ancak bu odaya girince idrak edebiliyordum. Acı zehirden yapılmış bir bıçak gibi bağrıma yaslanıyor ve yavaşça içimi deşiyordu bu his. Güçsüzlük beni ele geçirdi ve bir kaç adım zor atıp kendimi yatağıma bıraktım. Yumuşak yatakta halsiz, güçsüz ve gözlerimde yaşlarla uzanıyordum. Buna uzanmak deneceğinden de emin değildim. Yatağa eski ve pis bir kıyafet gibi fırlatılmıştım sanki. Aklımda o sesin dedikleri yankılanıyordu, yaşlandın. Yaşlanamazdım, sonum yakın olamazdı. Buna inanmak istemiyordum. Beynim bunu kabullenmiyordu. Ben topraktım. Herşeyi doğuran ve öldükten sonra tekrar kabul eden kendi bünyesine. Her sonbahar yapraklarını dökerdim güzel ağaçların ve her bahar geri verirdim gençliklerini ulu ağaçlara... Bu düşünce aklımdan geçtiği anda yerimde doğruldum. Düşünmek yetmedi, mırıldanmaya, sesli düşünmeye başladım. " Her bahar geri veririm gençliklerini ulu ağaçlara, her bahar tazelerim onları! Gençleştiririm! Belki bu halimle işe yaramaz, yaşlı ve eskiyim ama... " Lafımı tamamlamadan yataktan doğruldum ve odanın köşesindeki minik kapıyı açtım. Kapı sade ve ufaktı ama içi öyle değildi. Bu kapı cennete açılıyordu. Yavaş adımlarla içeri girdim ve melekleri selamladım. Güzel yaratıklar tiz bir şarkı tutturmuş ve beni görmemiş gibiydiler. Cennetin zemininden bir avuç toprak aldım ve odama geri döndüm. Odamın karanlığı, cennetin parlak ışıklarından sonra beni boğar gibi oldu. Avuçlarım arasında tuttuğum toprağı, sanki bebeğimi tutarmış gibi dikkat ve şevkatle tutuyordum. Toprağı yüzüme yaklaştırdım ve mırıldanmaya başladım. " Seninle güzel çocuğum, seninle yeniden doğacağım, yeniden gücüme kavuşacağım, yeniden huzuru bulacağız çocuğum " Sesimdeki şevkat karşısında toprağın titreştiğini hissettim. Sonra gözlerimi kapadım. Yenilenecek ve öyle savaşacaktım. Onların olduğu gibi. İçimde uzun zamandır hissetmediğim şevk ve heyecanın yeniden canlandığını duyumsuyordum. Dört nala koşan atlar gibi hızlıydı kalbimin ritmi ve inancım vardı yeniden mutlu ve güçlü olacağıma dair. Gözlerimi açtım ve boş bir alana geçtim. Çevremde engel yoktu. Toprağı avuçlarımın arasında sıktım, yakarır gibi bir sesle ve bir trans içinde bağırmaya başladım. " Ey ulu toprak, benim çocuğum, sana verdiğim hayat ile beni yeniden yaz. Genç ve dinç bir kadın olarak yenile beni. İçindeki sihri bana aktar, annene, Gaia'ya. Yanımdan eksik olma ki düşmanlarımıza ve dostlarımıza gerektiği gibi davranalım! " Kelimelerim tükendiği an toprağın vücudumu sardığını hissettim. Tüm benliğimi kapladığını hissettim. Yeniden doğduğumu hissettim, ayaklarım yerden kesildi ve artık bir tüy kadar hafiftim. Bir kaç dakika sonra bedenimdeki karıncalanma bittiğinde bir saniye duraksayıp gözlerimi açtım. Taze hissediyordum. Bir kaç adım atıp büyük boy aynamda kendime baktım. Tamamen değişmiş bir insan kızı haline bürünmüştüm. Esmer ten, dalgalı açık kahve ve sarı arası saçlar, muntazam küçük bir ağız. Minyon narin bir beden. Değişmeyen tek şey bebek mavisi gözlerim olmuştu. Kendi görüntüme inanamayarak baktım. Bu kadar değişeceğimi tahmin etmiyordum. Ama bu değişim hoşuma gitmişti bu sayede beni kimse tanıyamayacaktı. Hatta kendimi bir melez olarak bile tanıtabilirdim. Tek yapmam gereken başladığım işi bitirmek için dünyaya inmekti. Bu düşünce beni ürpertiyordu. Yaradılışından beri dünyaya ayak basmamıştım ben bir Tanrı değildim. Dünyayla ilişkim yönetme seviyesinde kalmıştı hep. Şimdi bizzat inecektim oraya, yarattığım zamanki halinde olmadığını ve çok değiştiğini biliyordum, beni ürkütmüyordu bu, merak ediyordum. Gözlerimi kapadım ve dünyaya gitmek istediğimi düşündüm.Gözlerimi açtığımda beni gördüklerim değil tenime çarpan hafif rüzgar ve nem şaşırttı. Uzun zamandır buna alışkın değildim. Bedenim dünyaya alıştığında, çevremi incelemeye başladım. Değişmişti dünya, çok hemde. Nerede olduğumu kestiremiyordum. Yanımda bir uzun delikli beton vardı , çıkış yolu aramaya başladım.
| |
|
Aphrodis Audrey Phyllis Slytherin V. Sınıf | Yönetici
Mesaj Sayısı : 94 Kayıt tarihi : 18/05/12
| Konu: Geri: Moité L'Dormeur Salı Mayıs 29, 2012 9:29 pm | |
| | |
|